24 Nisan 2018 Salı

“HEP SONRADAN GELİR AKLIM BAŞIMA”

          *Ahmet Kaya, Hep Sonradan Gelir Aklım Başıma, Hep sonradan…
Eğer bir gün çevrenizden biri intihar ederse 1.suçlu olarak kendinizi hedef tahtasına oturtabilirsiniz… Ellerinize sağlık bu kaçıncı leşiniz? Benim bir…
Bir gün, bir erkeği 40 yılık yaşamında ilk kez ağlarken gördüm… Erkekler ağlamaz mı? Bilakis erkekler az ama öz ağlar… Biz kadınlar gibi ağlamanın cılkını çıkarmazlar. Alacağım cevaptan korkarcasına sordum; neden? Hıçkırıklarının kestiği sesinden şunu duyabildim sadece: “Arkadaşım intihar etti…” Ne? Hani şu filmlerde gördüğümüz gibi mi? İple mi silahla mı? Ah hadi kötü nefsim uğraştığın şeye bak, hala magazindesin… Şu amca mı? Hani şu çok nazik, hani şu karısına deliler gibi âşık, hani şu etrafına cömertlik saçan; hayat dolu adam mı? Algılayamadım. Küçüktüm. “Ölüm, Allah’ın emri ama böylesi çok acı, çok” dedi… Sonradan döküldü, orada donakaldım. İntihar eden merhum amca zamanında işinde gücünde biriyken bir gün işleri tepetaklak olmuş.  Dört bir yana ikram eden adamcağız işleri kötü gittiğinde kimseyi etrafında bulamaz olmuş… Bu kırk yaşındaki amcayı birkaç kez arayıp borç istemiş… Her seferinde bu isteğini varı yoğa katarak karşılayan adamcağız, o son gün kasada bir kuruş para olmadığını görünce onu geri çevirmek durumunda kalmış… “Ah” diyor “Bilseydim dünyanın altını üstüne getirmez miydim, kendimi paralamaz mıydım? Ah bu sersem kafam ah…” Acaba rahmetli amcamız kaç kişiden daha borç istedi, kaç kişiden daha yok cevabını aldı… Kaç telefon meşgule alındı, kaç mesaja geri dönülmedi… Ne kadar çaresiz kaldı? Nelerle mücadele etti?  Ve bunu neden kimse bilmedi?
Aradan seneler geçti bu hikâyenin üzerinden. Bir gün, yaz okulunda birlikte öğretmenlik yaptığımız arkadaşlarla teneffüs arasında bir haber aldık. Kaç saniye öylece donakaldık anımsayamıyorum. Bütün bir seneyi aynı çatı altında geçirdiğimiz, pek sevgili “…” hocamız intihar etmiş. Donup kalıyoruz. Susuyoruz. Zira söylenebilecek pek bir şey yok. İnanmak istemiyoruz başta, bu adi bir şaka olmalı diyoruz. Amalar dolanıyor dillerimize. Ama o çok mutlu görünüyordu, ama o işini çok iyi yapıyordu, ama o çocuklarla çok iyi anlaşıyordu, ama o henüz yeni başörtüsü takmıştı, yeni namaza başlamıştı, ama o… Uzayıp gidiyor cümleler ve amalardan bir nehir çağlıyor…  Her şey bu kadar güzel görünürken bu nasıl olabilirdi insanın aklı almıyor… Biz orada bir sürü insan idik, arkadaş idik, kardeş idik bir kişi bile bilmez miydi bu kadının ne derdi var? Evet, sadece bir kişi yüzeysel biliyormuş olayların perde arkasını... Meğer bu ablanın gülen gözlerinin ardında bir acı denizi varmış. Meğer bu ablanın umursamaz tavırlarının ardında gam yüklü bir gemi varmış, karaya  oturmuş... Acıları, pişmanlıkları, ezilmişlikleri, içinde kaybolduğu dehlizleri varmış, tıkanıp kaldığı merdivenleri… Hayat yükü bu kadına pek bir ağır gelirmiş… Meğer ayaküstü sohbetlerde üstünkörü bir nasılsın demekle hemhâl olunmazmış… İnsan sorulmak istermiş. Derdini açmak istermiş...  Ah ah...
Eğer bir gün çevrenizden biri intihar ederse 1.suçlu olarak kendinizi hedef tahtasına oturtabilirsiniz… Ellerinize sağlık bu kaçıncı leşiniz? Benim bir…
En son ne zaman çevrenizdeki bir insanın gerçekten halini sordunuz? Nasılsın, hımmm, iyi misin, bende iyiyim, haydi Allah’a emanet oldan öte bir cümle kurdunuz? Nasılsın sorusuna gelebilecek muhtemel cevaplara karşı hazır mısınız? Kötüyüm dediğinde onu dinleyebilecek, yaralarına merhem olabilecek cesaret ve gücünüz var mı? Yoksa günlük hayatın keşmekeşinde ben sorayımda gerisi önemli değil diyenlerden misiniz? İnsan hayatına dokunmak bu kadar zor mu? Halleşmek hangi ara bize bu kadar ırak oldu?
Tebrikler çevrenizden biri intihar etti ve sizde suçlusunuz. Siz, dert açılacak, yargılamadan dinleyecek, sorunlara çözüm getirecek tıynette bulunmadınız. O kişi size hiç gelmedi. O kişi, sizi kalbinin mahrem odalarını açabilecek kadar samimi görmedi. Sizi ne Müslüman olarak, ne insan olarak, ne kardeş ne dost ne arkadaş olarak güvenilir biri bulmadı. Hâlbuki her gün, her hafta ya da başka aralıklarla o kişiyle görüşüyordunuz. Size gülümsüyordu. Yanıldınız. Gülücüklerinin perde arkasını göremeyecek kadar aptal yerine kondunuz. Tongaya düştünüz. Onu suçlayacak cesaretiniz var mı?
Gökler yarıldığında, dağlar hallaç pamuğuna döndüğünde, denizler alev aldığında ve hepimizin defteri önüne konduğunda hesap sorulacağımız bir grup insan var… Onlar bu toplumun dilsiz dertlileri. Kalabalıkta herkesin birbiriyle kaynaştığı yerde köşede kalıp konuşmaya katılamayan, katılsa bile mahcup ifadesi gözlerinin derininde kalanlar… Onlar, fotoğraf karesine sığamayanlar, sığsa da köşede görünmez olanlar... Kalbi güvercin ürkekliğinde açılmayı bekleyen, içten bir nasılsın için senelerce bekleyenler onlar… Savaşlarda hep mağlup olanlar onlar,  belki de hiç savaşa giremeyenler, bile bile ladese girenler… Hep iyilik yapıp bir kez iyiliğe muhtaç olduğunda karşılık bulamayanlarda onlar… Hep veren el olup, ömründe bir kez alan el olması gerektiğinde al(a)mayanlarda onlar… İntihar âlemi, bu dünyada insanın ömründe son basamağa kadar an az bir kez çıktığı(?) velâkin oradan estağfurullah diyerek dönmesi gereken yer… İşte onlar o son basamaktan dönemeyenler… Kalbini, aklını, vicdanını, iradesini susturanlar… Esas soru ise şu: O tüm bu süreçlerini sustururken sen neredeydin? Ben neredeydim? Bu soru karşılaşacağımız en çetin sorulardan biri galiba…
Eğer bir gün çevrenizden biri intihar ederse 1.suçlu olarak kendinizi hedef tahtasına oturtabilirsiniz… Ellerinize sağlık bu kaçıncı leşiniz?Benim bir...
                                                                    

18 Ocak 2018 Perşembe

İKİ CAN BİR DOĞUM…



      
Mehmedim, Azizim, yavru kuşum… Yaşasaydı eğer 16 aylık olacaktı…
Çok özlüyorum onu bazen. Doğmamış küçük oğlumu çok özlüyorum. Görünen varlık sahasına bile çık(a)mamış bir canlıyı özlemek nasıl bir duygu bilmeden özlüyorum onu. Mehmet Azizimi en derinimden özlüyorum…
Onun yaşayamadığım doğumunu özlüyorum. Acaba nasıl olacaktı? Kaç haftalık doğuracaktım onu. İlk gördüğümde nasıl bağlanacaktım ona? Kime benzeyecekti? Bana benzer miydi acaba? Babasına benzesin isterdim herhalde. Sonrada bana biraz.
Onunla geçireceğimiz yılları özlüyorum. Onun büyüyüp serpileceği günleri görmeyi özlüyorum. Ve bunu hiç bilemeyecek oluşuma hayıflanıyorum…
       
Asiyem, Benanım, yavru kuşum…
Kasılmalarım birden bire başlayıvermişti. Yani günlerdir gelip giden bir şeyler vardı ama ben onların hiç birinin doğumu başlatacağına inanamıyordum. Bana göre daha zaman vardı.
Ta ki Sevde’nin yatağında doğuma hazırlık uykusu uyuyana kadar… Birden uykumun arasında içimde bir balon patlayıverdi. Önce anlamadım ama bu oydu, bebeğimin suyu… Sonunda gelmeye karar vermişti, ona kavuşacaktım artık. O kadar saf berrak ve güzel bir suydu ki sıcacıktı… Demek kuzum bu sıcaklıkta uyuyup büyüyordu düşüncesi bile içimi gıcıklamaya yetiyordu.
Sonra eve geldim yanımda Sevde’yle. Eşime haber verdim artık eve gelmeliydi; bebeğimiz, minik kuşumuz gelmeye karar vermişti. Bir yandan kasılmalarımı karşılıyor diğer yandan doğum çantamı hazırlıyordum. İmkânı yoktu bu çanta hazır olmadan hiçbir yere gidemezdim.(tebessüm) Kasılmalarımın şiddeti gittikçe artıyor, geldiğinde sabit bir pozisyonda kalamıyordum artık. Muhakkak derin derin nefes almalı bu dalgaları karşılamalıydım. Ara ara Sevde’nin boynuna sarılıyor kendimi boşluğa bırakıp salınıyordum… Her salınış beni kuzuma bir adım daha yaklaştırıyordu…
Hastaneye vardığımızda doğum katına çıktık. Artık doğumun tam ortasındaydım…  Gittikçe artan bir baskı beni tarifsiz bir yere götürüyordu... An geliyor rahat bir nefes alıyor an geliyor o basınçla başa çıkmak için türlü şeyler deniyordum… An oluyor terliyor ayağımdaki terliği fırlatıyor… An geliyor üşüyor üstüme bir hırka istiyordum. Bazen bir an geliyor dakikalar bitsin gitsin istiyor bazense garip bir haz alıyordum geçen dakikalardan… Biliyordum adım adım kuzuma doğru yol aldığımı... Yolun sonunda o vardı bütün kalbimle inanıyordum…
Kız mı oğlan mı hiç aklıma gelmiyordu bile. Doğunca görecektim nasıl olsa… Zaman biran önce geçsin gitsin istiyordum… Ömer’e sarılıyor sokuluyordum ona… O olmasa ne yapardım ben? Biran olsun beni yalnız bırakmayan yol arkadaşım… Ellerimi tutuyor, masaj yapıyor, aklına gelen her güzel şeyi bana söylüyordu... Sen çok güçlüsün Fatimam, başaracaksın diyordu... Dalgaları beraber karşılıyorduk adeta… Ebelerin ısrarına rağmen ağrı kesici istemiyor bütün yaşamam gereken ne varsa yaşamak istiyordum. Ben buna hazırdım… Aylarca bu anı beklemiştim herhangi bir ağrı kesici ya da başka bir şeyle doğumun büyüsünü bozmak istemiyordum… Su içtim sanki bir ara ama tam hatırlayamıyorum…
Birde ağzıma şekerli bir şeyler atsam diye geçiriyordum içimden… Lakin hiçbir şey bulamıyordum çünkü hiç beklemediğim biranda başlamıştı doğumum. Bu denli hazırlıksızdım madden… Olsundu ben yavruma aylarca kalbimin en güzel odasını hazırlamıştım diğer şeyler olmasa da olurdu...
Sonra doğum masası… Hazırdım ama sanki hazır değildim… Hatırlamak istemediğim bazı anlar…
Allah’ım o nasıl güçlü bir baskıydı… Geliyor, gidiyor ve her nefeste, her ıkınmada beni kuzuma yaklaştırıyordu… Saniyeler dakika, dakikalar saat olmuştu… Sanki uzun bir zamandır oradaydım… O masada… Hâlbuki hastaneye geleli yalnızca iki saati birazcık geçmişti… Bitsin artık göreyim kavuşayım kuzuma diye geçiriyordum içimden… Sadece kadına verilen bu emanet ne ağırdı Tanrım… Tabii olarak dünyaya teşrifi de o kadar kolay olmayacaktı…
Geçti, geçmez zannettiğim dakikalar... 2 saat sonra daha… Bir ara 00.11 i geçtiğini hatırlıyorum… Sonra derin upuzun bir çığlık... Sonra ne olduğunu hatırlayamadığım bir an… Sonra bebeğim… Minik kuşum… Her şeyin bıçak kesiği gibi bittiği o an… Hiç bir acı, sancı, kasılma ve sızının kalmadığı o an… Derin bir nefes alma hissi, göğsümü dolduran kuş hafifliği…
Miniğim oradaydı… Sağ tarafı üzerine uzanmış, doğum masasında yatıyordu... Sanki hala içerde gibi uyuyordu… Gördüğüm ilk anda ilk hissettiğim şey ne kadar güzel olduğuydu… Çünkü o kadar güzel o kadar güzeldi ki... Kelimeler bunu tarif edebilir miydi? Bir ressama çiz desek ya da? Böylesine bir güzelliği ben ömrü hayatımca ne görmüş ne duymuş ne şahit olmuştum… Saf, duru, akça, pakça bir kuzu… Saniyenin onda biri hızında kalbimden, gözlerimden, aklımdan on yüz milyon tane sevgi ağacı fışkırıyordu ve sanki gökten aşkı ansızın indirivermişti melekler… O nasıl sakin ve dupduru bir güzellikti Allah’ım... O ne masumiyet… Hiç ağlamadı fındık farem… Ve birden birkaç saniye sonra fark ediyorum ve bağırıyorum karanlık gecede sevinçle, aşkla, ‘O bir kız, o bir kız’... Bir an önce kucağıma almak istiyorum onu sarmak sarmalamak. Kalbimin çarpıntısı var birde… Her şey, bütün sancı, hayal kırıklığı, kırgınlık hepsi birden buhar oluveriyor… Artık sadece ‘O’ var… Asiyem Benanım, yavru kuşum, minik kuzum, küçümen sevdiceğim…
Sözcüklerimin kifayetsiz kaldığını biliyorum… Çünkü bu anlatılabilen değil ancak yaşanılabilen bir şey... Sonra birbirine karışan kablolar... Üzerimdekileri parçalama isteği… Göğsümde yatan ve alıp verdiği nefesini hissettiğim kuzum… Ona kavuşmak için neden aylarca beklediğimizi anlıyorum... Öyle güzel öyle güzelki… Allah’ım sana nasıl Hamd etsem bilmiyorum… Bu nimetin şükrünü nasıl versem bilmiyorum…
Sonrası boşluk… Sonrası sonsuz Hamd... Sonrası Asiye Benan…
Ve ben ilk kez o kapıdan giriyorum ve annelik sıfatını kalbime bir nişan gibi takıyorum... Kalbime takılmış en güzel sıfat…
                                                        12 Ocak Cuma

5 Ocak 2018 Cuma

BİR VEFA BORCU

Kendisiyle aynı çağın son yarım yüzyılında yaşamış olmaktan onur duyduğum birkaç isimden birisidir O… Tanışıklığımız aile içerisinde birkaç kez işittiğim, dimağıma yer etmiş bir hatıraya tekâbül eder. Parmağında evlilik yüzüğü olmayan bir kadının hatırasıdır bu. Annemin... Bir gün evin beyi sorar: “Hanım, falan yerde bir savaş var. Müslümanlar ölüyor, birde onların bir komutanı var ki Allah ondan razı olsun. Yardım götürülecek, neyin var?” Kimdi bu komutan? O zaman adını bilmiyordum… Anlatılana göre evin hanımı sesini çıkarmaz zatende konuşmayı pek sevmez. Kulağındaki küpesini, parmağındaki alyansını tereddüt etmeksizin verir... O boşluk yaklaşık 24 sene sonra dolacaktır... Binde bir sessiz harflerle anlatılan bu anı beni derinden sarsmıştır…
Sene 2003, o komutanın cenaze töreni için ekrana kilitlenmiş yüzbinlerce insandan biriydim bende… Aklımda isimsiz kalmış bu komutanın adını öğenmenin zamanı gelmişti artık. O, Yasemin teyzenin bir dersinde ‘Bilge Kral’ lakabıyla bize anlattığı Aliya İzzet Begoviç’ti… O bir devlet başkanı, bir entelektüel, bir komutan ve en nihâyetinde çocuklarının göz bebeği olan bir babaydı...
Gerçekten tanışmamız için benim biraz büyümem gerekiyordu ve ben büyüdüm. Önce Bosna savaşıyla tanıştım. Belgeseldeki teyzenin anlattıklarını dinlerken inanasım gelmiyordu yaşananlara… Böyle bir katliam nasıl olabilirdi? Tüm tanıdıklarını savaşta kaybetmiş teyzenin yerine koyamadım kendimi çünkü o zaman kaybetmek nedir bilmiyordum. Her sene yenisi bulunan toplu mezarları ekrandan izlerken içimde batı insanlığının cenaze namazı kılınıyordu... Kırlara çıktığımda mavi kelebeğin izini sürdüm kendi topraklarımda ama yoktu…
Lisede bir gün elime babamın kitaplığından Doğu ve Batı Arasında İslâm’ı  aldım. Anlamadan sayfalarca ilerledim ama nafile. Biraz daha geçince  kabullendim demek ki daha zamanı vardı. Sonra ‘Konuşmaları’ okudum. Sağdan soldan bir ileri iki geri. Ondan da nasibim kabım kadardı. Hayatında hiç canlı savaş görmemiş birisi, asker olmamış birisi ne kadar anlarsa o kadar anladım.
Üniversiteye geçtim. Aklımın bir köşesinde hep Aliya. “Bilge kralı okumalı, bir gün muhakkak okumalı…” Bende sayıklamaya dönüşmüştü.  Bana bu kadar yakın yüzyılda yaşamış bu insanı mutlaka okumalıydım. Lakin gene okuyamadım. Nedense O’nun toprağına ayak basmadan, onun hikâyesini kendi gökyüzünden dinlemeden yazdıklarını okuyasım gelmedi. Önce mezarını ziyaret etmeliydim. Arkadaşlarla Bosna’ya gitmeye karar verdik. Öğrenci işi. 50 Tl’ye gidiş dönüş uçak bileti bulmuştum bundan âla teklif mi olurdu? Olmazdı elbet. Bütün plan hazır, her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüşüz. 5 kişinin bütün bilgilerini internet üzerinden girmişiz. En son bileti satın al tuşundayız. İçimizden biri acaba oraya sık giden ‘falan abiye’ bir danışsa mıydık diye bir fikir ortaya attı… Kendimi İsa’ya ihanet eden havarilerin içinde gibi hissetmiştim. Oraya hep giden ve benim asla affetmeyeceğim abi,  “ Mart ayı Bosna karlı olur. Bosnayı gezmek için pek  uygun bir zaman değil. Siz Mayıs’ta gidin” dedi. Sanki senenin 12 ayı bize kucak açmış, şartlarımı size uydururum diyordu ve bizim haberimiz yoktu. Velhasılı kelam ben dışındaki bütün arkadaşlar mırın kırın etti ve biz o son tuşa bas(a)madık. Şimdiki aklım olsaydı onlara hilaf o tuşa basardım.(tebessüm) Kızdım çokça, küfür edesim geldi, sustum. O zamanlar edepli küfür etmeyi bilmiyordum…
Böylece önüme çıkan engellerden sebep Aliya hocamızla tanışmak 2017 Mayıs ayına kaldı. Serdim önüme okumadığım 3 kitabını. ‘Özgürlüğe Kaçışım’(Senacım gerçekten kitabı alırken senin olduğunu bilmiyordum), ‘Tarihe Tanıklığım’(Babamın kütüphanesinden mirasladığım), ‘Doğu ve Batı Arasında İslâm’ (Garip Hocadan. Kendisinin henüz farkına vardığını zannetmiyorum. O farkedene kadar belki vicdana gelir, okuduktan sonra yerine koyarım.)
Mayıs ayını Aliya’yı okuma, anlama ve onun düşüncelerine eğilme ayı ilan ediyorum. Özgürlüğe Kaçışımı sondan okumaya başladım. Bazen böyle sondan başlarım. Hiçbir zaman sonuç en önce gelmemiştir benim için. Sonunu bildiğim halde hikâyesi sarar beni. Değil midir ki yaşanmışlıklar sonuçlarından daha önceliklidir? Sondan başladım çünkü sonuna zindanda çocuklarıyla yaklaşık 6 yıl boyunca yazıştıkları mektuplarını koymuşlar… Sondan başladım çünkü orası kalbime dokunuyordu. Selam olsun Bakir’e, Leyla’ya, Sabina’ya… O zaman çocuklarından birkaç alıntıyla bitirelim. “Eksik olan tek şey senin bizimle olman.” Sabina.  “ İnsanlar bazen unutuyorlar ve bazı şeylerin farkına varmıyorlar. Mesela müdür, seni görmek için ta Neum’dan geldiğimi ve yoldaş Tijanik’ten müsaade aldığımın farkında değil. Hırsızlık yapan, adam öldüren diğer tutuklular serbestçe ziyaretçileriyle görüşebilirken, zaman zaman evlerine gidebilirken, Foça’da gezintiye çıkabilirken, senin sadece söylediğin ve yazdığın bir şeyler yüzünden hapiste olduğunu unutuyor. Ama olan oldu. Umarım bütün bunlar yüzünden hayal kırıklığına uğramamışsındır. Özelikle de benim boş yere yaptığım yolculuk yüzünden. Bu yolculuğu senin için her gün iki kere yapabilirim.“ Bakir. “Sen ve ben güzel bir sohbet yapmayalı uzun bir zaman oldu. Bu yıllar bunu bizden alıp götürdü. Bana bazen öyle geliyor ki sadece babam beni gerçekten dinleyebilir, benim küçük ve ilk bakışta önemsiz gibi görünen kaygılarımı ve duygularımı sadece o anlayabilir. Kendimi genellikle babamın her şeye rağmen hayatta ve sağlıklı olduğu, hâlâ bir babam bulunduğu gerçeğiyle teselli ediyorum.” Leyla

                                               /Essen /Almanya /5 mayıs 2017

8 Mayıs 2017 Pazartesi


KANAAT DUASI
Annem hep derdi ki “Var dersen var olur, yok dersen yok olur. Varlık varlığı, yokluk yokluğu çağırır. Var vara, yok yoka karışır… “  Hep şaşırırım çok az okul görmüş annem hayatı böyle gözesinden okumayı nereden öğrendi? Demek ki hikmet okulda değil hayatın içinde öğreniliyormuş! Annemin çocukken kulağıma çalınan bu altın küpesi yıllar sonra beni çok farklı yerlere getirecektir. Hayatımda bazı taşları yerinden oynatacaktır. Sadeleşme yolunda adımlar atmamı sağlayacaktır. 
Hala daha çok sade bir insan olduğumu zannetmiyorum… Henüz yolun çok başındayım. Bir sene önceki ben ile şuan ki ben arasında dağlar kadar fark var. Dağ dediğime bakmayın canım küçük dağlar. (tebessüm) Geçen sene eşyayla ilişki kuran benle şimdiki ben arasında da… Bu serüvenimide anlatacağım ama biraz daha zamana ihtiyacım var. Bugün sizinle bir duamı paylaşmak istiyorum. Sadeleşmeye başlamanın bilmem kaçıncı durağında birden kendimi sabah uyandığımda, gece yatarken şu duayı ederken buldum:
“Allah’ım her şey için sana çok teşekkür ediyorum. Hamdler sana olsun verdiğin ve vermediğin her şey için. Acılar ve sevinçler için. Mutluluklar ve üzüntüler için.
Allah’ım verdiğin bütün imtihanlara/hediyelere amenna ve saddakna. Eğer benim başıma geldiyse bu benim hayrıma. Bunu anlamış olduğum için sana teşekkür ediyorum
Allah’ım bugünde ölüm uykusundan uyandığım için sana binlerce kez hamdolsun.
Allah’ım sevdiğim insanın yanında uyandığım için sana şükürler olsun. Onu karşıma çıkardığın için teşekkürler Allah’ım…
Allah’ım bizi yarattın bizimle birlikte ihtiyaç duyduğumuz her şeyide yarattın. Birde üstüne güzellikleri bahşettin. Tahsiniyat olmasaydı da bizler yaşayabilirdik ama sen istedin ki en güzel şekilde yaşayalım. Çok cömertsin Allah’ım. Seni takdir etmekten aciziz Allah’ım…
Allah’ım ben, eşim ve ailemizin her şeyi var. Biz ihtiyaç duyduğumuz her şeye sahibiz. Daha fazlasınıda istemiyoruz. Gardroplarımız kıyafet dolu. Kütüphanemiz kitap dolu. Buzdolabımız meyve ve sebze dolu. Kilerimiz yiyecek dolu.
Şuan elimizde olanlar ve olmayanlarla çok mutluyuz. Yeni bir ayakkabılığa, daha rahat bir yatağa, renkli bir çöp kovasına, daha yeni bir başörtüye, okunmamış yeni bir kitaba daha ihtiyacımız yok. Elimizdekilerle mutluyuz Allah’ım.
Sevdiklerimizin hayatta olması en büyük hediye. Bu hediye için sana ayrıca şükürler olsun Allah’ım. Şükürler olsun Allah’ım…”
Günde bir ya da iki doz bu duayı ediyorsunuz ve gününüz güzelleşiyor. Anti ageng kremler gibi sizi gençleştiriyor.(tebessüm) Gereksiz üzüntülerinizi gideriyor. Kalbinize şifa oluyor. Yokun yokluğunda boğulmuyorsunuz. Varın varlığından sebep kadirşinas oluyorsunuz. Eşyaya köle olmaktan azade oluyorsunuz. En azından tüm bunlara bir adım daha yaklaşıyorsunuz. İnanmıyor musunuz? Deneyin eğer yanılıyorsam ne isterseniz yapmaya hazırım?  
Essen/Deutschland

7 Mayıs 2017 Pazar

            



            MAYISTA NELER OKUYORUM?
Kitap okuma onlarca okuma biçiminden sadece bir tanesi. Bu yadsınamaz bir gerçek. Bazıları için kitaptan okumak demek en önemli ve öncelikli biçim. Büyük bir iddia bu. Doğruda değil kanaatimce. Yani ben böyle bir iddiadan vazgeçeli baya oluyor.(tebessüm)
Eskiden benim için tek bir okuma çeşidi vardı. Bir kitaptan en azından 3-5 sayfa okumadığım gün kendimi ziyanlarda addederdim. Diz döverdim. Galiba o zamanlar hakikatle tek bağ kurma biçimim buydu. Ne yanılgı.
Ara ara kitap okumayı kökten bırakmayı düşündüğüm hatta bıraktığım zamanlar oldu. Sonra baktım bu da bir çözüm değil.(tebessüm) Şimdi sınırlarım var ya da ufak bazı kurallar diyelim. Öncelikle sindire sindire okumak. Bağ kurmak. Eleştirel bakışı hangi yazar olursa olsun kapı dışarı etmemek. Ve son düşündüğüm şeyin son okuduğum kitap olmamasına özen göstererek okumak.
Velhasılı kelam çok uzun soluklu okuma planlarım olmaz benim.Önden bildiğim 3-4 sıralı kitabım olur en fazla. Beni çok cezbeden, acil okumam gereken ya da aniden meraka düştüğüm bir şeyler olmadığı sürece elimdekileri okurum.
Mayıs ayını Aliya İzzet Begoviç’i anlama ayı ilan ettim kendime. Ara ara kitaplarını karıştırmışlığım olsa da başlı sonlu okuduğum hiç olmadı bu zamana kadar. Şöyle bir sıralama yaptım. 1) Zindan Hatıraları. 2) Tarihe Tanıklığım. 3)Doğu ve Batı Arasında İslam. Konuşmaları lisedeyken okuduğum için dahil etmedim. Zindan Hatıralarını yarıladım elhamdülillah. Onu okurken yer yer duygulandığım oluyor. En çokta çocuklarının mektuplarında takılı kaldım. Hatta kitabın sonuna koymalarına rağmen önce onları okudum. Birde Bilge Kralın zindanda yazdıkları, acıları, sancıları beni derinden sarstı. O etrafını saran gerçek zindanlardan edebiyatla, düşünceyle özgürleşmiş birisi. Darısı hayali zindanlarında mahkum olan bizlerin başına…
Mayıs ayı bitmeden yetişir mi bilmiyorum ama kitaplar bittiğinde varsa Aliya hakkında belgesel seyretmek ve makale okumaları yapmak istiyorum. Henüz neler var araştırmış değilim. Tavsiyeleriniz varsa yazarsanız sevinirim.
Bu 3 kitaba ek olarak Cumali babamdan bir nevi özetini dinlediğim ve bu haliyle bile pratikte çok işime yaramış bir kitabı okuyorum ara ara. Uyku öncesi rutini gibi.(tebessüm) Garry Chapman’ın “Beş Sevgi Dili” isimli kitabı. Bitirdiğimde daha ayrıntılı bir yazı yazarım herhalde.
Günlük Kur’anımızı Mustafa İslamoğlu hocamın Hayat Kitabı Kur’an’ından okuyoruz ailecek. Birde ne zamandır istediğim İzzettin Derveze’nin “Nüzul Sırasına Göre Kur’an, Tefsirü’l Hâdis”’ ini okumaya başladım. Her gün olmasada gün aşırı okumaya çalışıyorum. Henüz birince ciltteyim.(tebessüm) Bu da bir nevi Ramazana hazırlık gibi oluyor.
Gayret bizden, başarı Allah’tan.
Allah’ım bizi kitap yüklü merkepler olmaktan koru!!! Amin.
                               

                                                                            Essen / Deutschland

4 Mayıs 2017 Perşembe

MAYIS’TA NELER OLUYOR?
                      (1)
Bahar geldi hoş geldi, hayatımıza şenlik geldi, sabah uyandığımızda evimiz ışıklarla doldu demeyi çok isterdim ama maalesef burası Almanya. Burada gün doğuyor ama aymıyor. Bahar geliyor ama hala kışlık mantomuzu çıkaracak günler tam olarak bitmiyor. Perdemi açıyorum ve çoğu günler basık, kasvetli, karanlık gökyüzü beni karşılıyor, saat sabahın 8’i. Galiba alışamadığım şeylerden –az şeylerden- birisi bu.
Yağmurlar, canım yağmurlar bitmediği için hala bahçeye inemedim. Eh birazda Nisan’ın ilk haftaları Türkiye’de olmam hasebiyle geç kaldım. (Ne zaman oradaydın demeyin, Fatima bir serçedir, avuca konmadan uçuverir…) Millet ilk hasadını yapacak ben daha toprağa tek tohum atmadım. İlk kez geçen sene bize ait bir bahçemiz oldu. Soğan, sarımsak, marul ve ekşi ot yedik. Gömdüğüm patatesler çeri domates kıvamında kaldı. Onuda küçük bir tencerede haşlayıp yedik. Domateslerim çiçeklendi, dala düştü, ğögerdi lakin kızarmadı. Tabi domateslerin hemen yanına mısır ekersem olacağı budur.  Domateslerde bir küçük şişe turşu oldular. Mısırlarım gökyüzüne doğru uzandı velakin tam hasat zamanı evimde olmadığım için onlarda gübre oldular. Halbuki atalık tohumlarımı verdiğim ev sahibem küçük küçük mısırları haşlayarak afiyetle yemişler. Diğer bazı ektiğim şeylerin ise âkıbetini bilmiyorum çünkü kayboldular. ( tebessüm) Zaten ben tohumları toprağa koyduktan sonra nerede ne olduğunu unuttum.  Taki büyüyüp tatlarını alana kadar. Böylece geçen seneyi kapattık. Birkaç gün içinde bahçeye inersem bu sene için yeni taktiklerim var. Özellikle kızarmayan domatesler ile ilgili farklı fikirlerim var. Esasen yeni bir fikirde yok sadece ben yeni öğrendim. Vira bismillah.
Almanya’da yaşamak dünyanın bir başka yerinde yaşamayla neredeyse aynı. Tamam gülmeyin canım 20 sene İstanbul’da yaşadıktan sonra buraya gelmek tabikide biraz ilginç. Tıpkı eğer bir gün geri dönecek olursam İstanbul’da yaşamayı istemiyor oluşum gibi. Bakalım nasip kısmet, rızkımız nerede ise, mutluluğumuz nerede ise orada yaşamaya devam edeceğiz.
Gezmeye hep meraklı bir insan olmuşumdur. Bulduğum her fırsattada gezdim. Lakin 2 hafta öncesine  kadar yaşadığım yerin farkında değilmişim. Evet en az iki hafta olduğuna göre her gün daha sağlıklı ve verimli bir hayat yaşamak için yürüyüşe başladığımı söyleyebilirim. Buraya geldim, çikolota ve şekerden dolayı dombilik olmadım, yani zayıflamak için değil.(tebessüm) Evet her gün bir yol arkadaşımla evimizin etrafında yürüyüşlere çııyoruz. Meğerse ormanın ortasında yaşıyormuşumda haberim yokmuş. (tebessüm) Yaşadığım şehir Essen’e girerken ‘Avrupa’nın En Yeşil Şehri’ tabelasını okuduğumda hep gülüyordum. Hadi canım sende dercesine. Cahil ben imişim. Bizim sokağı bitirince tam karşımızda eskiden maden ocağı olan, şimdilerde ise ayrıntılı bir müzeye çevrilmiş olan “Zollverein” var. Zatende maden bölgesindeyiz zannıyla etrafımı hiç gezmemişim. İlginç demi? 2014 Kasım’dan beri Almanya’dayım. Almanya içi ve dışı bir çok yer gezdim ama evimin etrafından bi-haber imişim. Sadece 3-4 dakika içinde kendimi ormanda, parkta, uzun ağaçlıklı yürüyüş yollarında –geçen tilki gördük, uşkun yedik- ya da alabildiğine yeşillik olan mezarlıklarda bulabilirmişim. Hayretimi her gün biraz daha artıran Allah’a Hamdolsun.        
Mayıs ayında sadece bunlar mı var? Hayır efendim. Arkası yarın. (tebessüm)
                                                                       Hoşçakalın.
                                                                       Essen / Deutschland 

27 Haziran 2016 Pazartesi



İlk kez ne zaman okumanın tadına vardım tam bilmiyorum. Velakin sanki hayatım okumayı öğrendikten sonra başlamış gibi. Ondan öncesi çok kopuk, çok bağlantısız... Okula, amiyane tabirle uçarak gittiğimi hatırlıyorum. Hiçbir gün yüksünmeden, seve seve, aşkla… O kırmızı kurdele göğsüme iliştiğinde henüz daha çok az bir zaman geçmişti okula başlayalı. Uykumda harfleri sayıklıyor, gece gündüz düşlerimde parmaklarımla duvarlara, tavanlara her öğrendiğimi yazıyordum. Henüz İkra’yı bilmiyordum, hikayeyide... Okumak bir yaşam biçimiydi, her an yapmak istediğim yegane şey. Temizlik yaparken bile molalarda annem beni koltuk arkalarından toplardı elimde suç aletimle… Bazen sırf rahatsız edilmemek için tuvalette ayakta kitap okuduğumu hatırlarım… Hatta gece herkes uyuduktan sonra gündüz kitap okumaktan mütevellit yapılmayan ödevleri yapardık abimle. Her ne kadar sonunda kavgayla bitse de bu eylem –evdeki birkaç kişinin uyanmasıyla- her gece tekrarlanırdı… Esas soru şu ki bu motivasyonun kaynağı neydi? Babam, annem ya da öğretmenlerimiz mi? Övgü dolu sözler mi? Bize konulan herhangi bir ödül mü? (Kitap okumanın daha çok kitaptan başka hiçbir getirisi olmadı çocukluğumuzda…) Hayır değildi. Okuma ve öğrenme üzerine bunca düşünüp araştırdıktan sonra fark ediyorum ki bu içsel bir motivasyondu… Birileri tarafından inşa edilmemiş, dikte edilmemiş, zora koşulmamış sadece içten gelen fıtri sesin bir yankısıydı. Okulun henüz bizleri hayattan soğutmadığı, öğrenmekle bir görülmediği zamanlardı… Yaptığımızı kendimiz için yaptığımız, kıyaslanmadığımız, yarış atlarına dönmediğimiz, akran-öğretmen baskısı görmediğimiz, ödülle tanışmadığımız, işe yarar yaramaz her şeyi öğrenmeye çalışmadığımız zamanlardı…

Şimdi 25 yaşındayım, sizlere hikayenin başladığı gibi devam ettiğini söylemek isterdim ama değil. Evet şimdi hikaye çok başka yerlere evrildi, değişti, dönüştü, kırılmalar yaşadı, tökezledi, düştü ve bir zamana kadar da ayağa kalkamadı… Geriye doğru bir yolculuk yaptığımda, bu çocuk kalbinin ilk kırıldığı yeri hatırlayabiliyorum… 5.sınıftaydım... İlk dört senemde okulun en parlak öğrencilerinden biriydim. Aslında öyle bir idealim olduğu için değil; okumayı, öğrenmeyi gerçekten çok sevdiğim için bu böyleydi. Bir öğretmenim vardı, adı Osman… O yıl sınıfımıza bir kız gelmişti, oda çok başarılıydı, öğrenmeyi çok seven bir başkası daha... Bir gün Osman öğretmenim bana ‘……’ senden daha çalışkan, onu senden daha çok seviyorum tarzında bir cümle söyledi… Kalbim kırılmıştı, hiçbir şey söyleyemedim… Nasıllığını anlamaya çalışıyordum. Öğretmenim beni sevmiyor muydu artık? Ben ona ne yapmıştım? Sevmenin illeti olur muydu? İlleti olan sevmek olur muydu? Öğrenmeye, okumaya bir illet girmişti, acımasız bir bağ, bir koşul; sevgi… Sanki o gün kuş uykumdan uyanmaya başladım… Kıyaslar gözüme çarpmaya başladı, kim beni neden seviyor sorusu gündemime girmişti… Fark edemediğim çok şey vardı, anlamını bulamadığım. Ortaokuldan çıkana kadar bu sorular içimde gizli yaralar açmaya devam etti. Kendi kendime bile soramıyordum cevabı taşıyabilecek cesaretim ve metanetim yoktu... Okuma serüvenimde öyle böyle azala, arta, sendeleye devam etti…

Okulda bize verilen her şeyi öğrenmeye devam ettim lise hayatım boyunca. Bir şeyi sevip sevmemek, işe yarayıp yaramaması, kullanıp kullanmayacağımız sorusunu ne sordular ne sorduk. Eğer bir şeyi başaramıyorsam bu ancak benim suçumdu, anlamadıysam yeterince iyi okumadığım içindi, sevmiyorsam eğer ben kesin sorumsuzun tekiydim… Soru(n)lar hep içimde birikiyordu ama onları ta diplere atıyordum. Çok faal bir lise hayatım oldu bunları düşünecek vaktimde yoktu zaten… Sürekli programlar yapıyor, konferanslara katılıyor, dergi çıkarıyorduk… Yazı yazıyordum bazen de şiir… Okuyorduk ama daha az aşkla… İşte o yıllarda hocalarımız sayesinde Kur’an’ın anlamıyla tanışmıştık… Evet, ailemizden öğrendiğimiz bir şeyler vardı ama ilk kez meal hatmimi o yıllarda yapmıştım… O yıllarda bile İkra’nın bendeki karşılığı hala basılı matbu şeyleri okumak üzerine kuruluydu…

Ve 13 yıllık okul hayatımın sonunda üniversiteye başladım bir hayale tutunarak… Belki de gerçekten okumanın, öğrenmenin ne olduğunu burada öğrenebilirdim ama ne yazık ki öyle olmadı… Üniversitenin yaşattığı hayal kırıklıklarını bir kenara bırakırsak, üniversite ve sonrasındaki bir sene benim adıma, okuma serüvenimin muhasebesini yapmak için bir başlangıç oldu. Cevaplanmayan bütün sorular gün yüzüne çıktı… Artık bir şeylerin ters gittiğini, yanlış olduğunu, olması gerekenin bu olmadığını anlamıştım… Okumak bu değildi! Öğrenmekte! Yaşamak hele, hiç değil… İsyanım içimdeydi henüz kime ne diyebilirdim ki? Tam 17 yılın sonunda kafamda deli sorular, okula bir daha dönmemek üzere oradan mezun oldum… 17 sene… Dile kolay… 17 sene ben öğretmenlerimi annemden daha çok gördüm... 204 ay boyunca her gün okula gidip gelmek için saatlerimi harcadım… 6120 gün boyunca bana verilen gerekli gereksiz her şeyi öğrenmeye çalıştım, kıyaslandım, sınavlara gireceğim diye streslere girdim, kendimi tanıtmaya okuldan başlatıldım, öğretmen ve akran baskısına uğradım, okumayı ve öğrenmeyi okulla eşitledim, okumaktan ve öğrenmekten gün ve gün uzaklaştım. Ve daha bir sürü şey… Başımızdan geçenlere inanabiliyor musunuz? Hayır, bu bir tek benim hikayem olamaz… İkra bu muydu? O gün o mağarada meleğin getirdiği ya da? Nebiyi Hira’ya, arayış tepesine hangi okul yönlendirmişti? Hangi öğretmenin motivasyonuydu bu? Amcası onu diğerleriyle kıyasladığı için mi Efendimiz oradaydı? Bir ödül mü vaat edilmişti ya da ceza mı vardı gitmezse eğer... Efendimizin başına bunların hiç biri gelmedi… Yetimlikle başlayan hikayesinde bunlar yoktu… O arıyordu, gördükleri, duydukları karşısında ızdırap çekiyordu, o ne yapacağını bilmiyordu ama Rabbi ona öğretti…

“Oku yaratan Rabbin adına, o insanı sevgi ve alakadan yarattı. Oku! Zira Rabbin sonsuz kerem sahibidir; O insana (bilgiyi) kalemle (kaydetmeyi) öğretti, O insana bilmediklerini öğretti…”1(Alak 1-5) Ramazana bu ayetlerle hoş geldin dedim ama aslında son 3 senedir bu ayetleri anlamaya çalışıyorum. Bu ömürlük bir uğraş farkındayım ama yolda olmak bana yetiyor. Allah resulünün yaşadığı şaşkınlığa büründüm. Önce ümmi olmam gerekti. Olmaya çalıştım. Emir çok açıktı aslında ama okumayı unutunca işler Arapsaçına dönüyordu. Bu ayetlerin nesnesi yoktu. Emri veren Allah, emir verilen insan, emir Oku ama neyi okuyayım sorusunun cevabı yoktu. Demek ki bu okumak daha geniş anlamlı bir kavram. Demek ki okumanın nesnesi her şey olabilir. Bütün bir kainat, insanlar, olaylar, yaşadıklarımız, hissettiklerimiz ve kitaplar…

Okumanın bir başlangıcı var, Rab adına… İnsanı boşluğa salmayan, yeryüzüne halife olarak gönderen, cömert, ikram sahibi Allah adına yapmak gerekiyor tüm okumaları… Onun adına başlayan hiçbir okuma güdük kalmaz bunu biliyoruz. İnsanı sevgi ve alakadan yaratan bir Rab var karşımızda. İlk kez bir çiçeği evimde beslemeye başladığımda 24 yaşımdaydım, ilk kez toprağa bir tohum attığımda ve onun yeşerdiğini gördüğümde ise 25… Yaşamak ve dirilmenin ayeti bu değil midir, söyleyin bana? Neden bunu bize hiçbir okul öğretmedi? Bir orkide bahçem var. Görseniz çiçekleri varken sanki cennetten bir bahçe… Velakin bir süre sonra o çiçeklerini döküyor ve bir müddet sadece gövdesiyle yaşıyor. Hani çiçeklerini görmesen demezsin bu bitki o çiçekleri açan… Bir orkideden şu ayeti anlayacağımı bilemezdim: “O, ölümü ve hayatı hanginizin daha iyi davranacağını sınamak için yaratmıştır: O mutlak yüce ve üstün olandır, eşsiz ve benzersiz bağışlayandır.” (Mülk 2) Mevsimler bizler için, yaprağımızı döksek bile, hata da yapsak Rabbimizin lütfu olan yaşamak elimizde, nefes almak her yeni gün bize verilen bir fırsat… Okumak için ikinci bir şans…

Yaşamak İkra’nın bir neferi de ölmek değil mi? Almanya sokaklarında, hastanelerinde, huzurevlerinde; yaşı 70’i geçmiş, yapayalnız, gözlerinin feri sönmüş, hayat gailesi olmayan onca insanı gördükten sonra ölmenin nimet olmadığını kim söyleyebilir? Kapitalizmin çarkından geçip giden insanın hayatı; 20 sene okumak, 30 sene çalışmak ve ardından ölene kadar kapı arkalarını bir gelen var mı acep diye beklemek… Çalışmak, sonra yine çalışmak, daha çok üretmek, daha çok tüketmek üzerine kurulmuş bir sistemin içinde uzun yaşamanın iyi bir şey olduğunu savunmak ne kadar gerçekçi? Sormadan edemiyorum… Ölümü okumak kolay zannedilir ama en zorlarından biridir aslında… Kendi yakınına düşene kadar bilemez insan, bende bilemezdim. Başkalarının etrafındaki ölümler elin eşeğini aramak gibidir. Henüz tanışmadığım evladımı kaybettiğimde dedim ki, bu nasıl olabilir? Dedi Allah: “Şu da bir gerçektir ki, Son Saat’in bilgisi sadece Allah katındadır: yağmuru yağdırır; rahimlerde yer tutanı bilir; oysaki hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Dahası hiç kimse yarın hangi mekânda öleceğini bilemez. Şüphesiz her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah’tır.” (Lokman 34) Bunu bilip de nasıl kaybeder kendini insan? Ölümün Allah’ın yedi kudretinde olduğunu bilen insan dünyaya zincirlerle bağlar mı kendini? Bunu bilmese insan ateş-i firkat-ı suzan olan ölüme nasıl katlanır?

Etrafımıza bir baksak her şey oku beni diye yalvarıyor… Gözümüzü açabildiğimiz seherin ilk aydınlığından tutunda yaşadığımız acı-tatlı hadiselere, akşamın alacakaranlığından yeryüzüne çivilenmiş dağlara, uçsuz bucaksız okyanuslarda kilometrelerce yolculuk yapan balıklara, raflarda tozlanmaya dönmüş Kitab-ı Mübin’e kadar her şey… Bunları okuyabilmek/görebilmek için ne okul bitirmemize gerek var, ne akademik titre, ne cep doluluğuna, ne ahu gözlere, ne sivri zekaya ne de gurur ya da bahane yapabileceğimiz herhangi bir şeye ihtiyacımız yok… Yeryüzüne sığmaz ama bir sadra iliştirilmiş gönül bize yetecektir. Eğer yetmez dersek, eğer okumazsak bu bir kendi kendine yettiğini sanma yanılgısı olur. Bu durumda başımıza gelecekleri Rabbimiz haber vermiş, bize söz düşmez. “Evet, evet; insan mutlaka azar, kendi kendine yettiğini sandığında! Ne ki insanın Rabbine dönüşü muhakkatır. Ama (ey muhatap), Baksana şu engel olmaya kalkışana, ibadete kalkan bir kula! (Ve sen ey ibadete engel olan!) Hiç o hidayet üzere midir diye geldi mi aklına? Yahut da, çağırmakta mıdır diye sorumluluğa? Düşündün mü hiç: eğer o hakikati yalanlasa ve sırt dönmüş olsa Allah’a kendisi bilmez mi ki, Allah görür mutlaka. Yoo! Eğer buna bir son vermediyse, elbet perçeminden yakalayacağız; o pek sahtekâr, bir o kadar da günahkâr perçeminden; haydi o kendi yandaşlarını çağırsın, Biz de zebanileri çağıracağız. Hayır! O (azgın) insana uyma, imdi (Rabbine) secde et ve yaklaşmaya gayret et.” (Alak 6-15)

1) Bu yazıdaki mealler Mustafa İslamoğlu’nun Hayat Kitabı Kur’an mealinden alınmıştır. (Mayıs, 2014)

2)Bu yazi ilk olarak http://www.hilalhaber.com/bana-yalan-soylediler-makale,1072.html yayinlanmistir.

7 Nisan 2016 Perşembe


BİR VEDA ÖYKÜSÜ...

Evlatlarını ukbaya yolcu eden tüm analara... 

O, bu dünyada doğmamış evladını kaybeden ne ilk anneydi ne de son olacaktı, çünkü Sünnetullah böyleydi, yaşamak ve ölmek işte bu kadar garantisizdi… Hepimiz Allah’a emanettik, o da… Bunu anlamak için yaşaması gerekli miydi Tanrım? Gerekliymiş demek ki… İnanamıyordu ama bu kadar kısa zaman geçmesine rağmen her şey sanki hiç olmamış gibi, öylesine sıradan, öylesine basit ve aslında sadece öylesine gerçekti…  

İnsan görmediği bir varlığa, henüz nefis bile olmamış bir cenine nasıl bağlanırdI? Bağlanırmış işte… O’da bağlandı, o dört buçuk santime, eli, kolu, bacağı, kalbi, ruhu henüz oluşmuş o 5 grama bağlandı… Hem de hiç bağlanmadığı bambaşka bir bağla, gönül bağıyla... Bağlarını hatırlamaya çalıştı… En canına değen annesi ve eşiyle kurduğu bağdı… Peki, bir dört buçuk santim ona ne yapmıştı ki, varlığından sonra yokluğunun acısı bu denli içini acıtıyordu… İsyan etmiyordu. Neden sorusunu sormak gelmemişti bir defa bile aklına. Veren Allah almıştı işte, can üfleyen Allah o canın ateşini söndürmüştü… 91 günlük bir maceranın sonunu hiç böyle tahmin etmemişti… Her şey o denli ani idi ki sınav sorusu hiç beklemediği bir yerden gelmişti… Boynunu büktü, gözleri yaşlarla doldu, artık ona güzel bir sabırdan fazlası düşmezdi…  

Acısını tarif edecek bir kelime yoktu… Demek analar neler çekiyormuş diye düşündü… Nasıl dayanıyorlarmış ki gözleri önünde evlatları katledilirken, işkenceye maruz kalırken… Dünyada her gün yüzlerce çocuk öldürülürken, açlıktan ölürken, istismara maruz kalırken anaları neler çekiyordu kim bilebilirdi ki? Bir anda dünyanın bütün acı çeken analarının yerine koydu kendini… Dört buçuk santimlik minik adamın gidişi bu denli acıtırken canını, o analar neler çekiyormuş meğer… (Evet, bakmayın o kadar küçük olduğuna, alındıktan sonra söylemiş doktor, bir küçük oğlanmış… Ah o caniler nasıl bebeklerini aldırıyorlar ki diye anlamaya çalışmadı, zira anlayamazdı... Bunun katillikten başka nasıl bir açıklaması olabilirdi ki? Bu bir ölüm değil apaçık bir cinayetti…) Acıları yarıştırmaya kalkmadı sadece azıcık ucundan anlamaya çalıştı… Her imtihanın daha büyüğü vardı tıpkı her acının daha büyüğü olduğu gibi… Ağlama yeter artık diyenlere öylece baktı ne diyebilirdi ki? Allah kalbini biliyordu, gözünden yaş eksilmedi, kalbinden Hamd…  

Bebeğinden ayrılalı tam bir hafta olmuştu… 7 gece,  7 gündüz… Allah’tan hiçbir acı ilk günkü gibi kalmıyordu… Ya kalsaydı? Günler nasılda geçip gidivermişti işte… Ölüm onca soğukluğuna rağmen çok yakın, çok içerden, çok gerçekti… Yok ya hu nasıl bu kadar gerçek olabilirdi? Uyudu, uyandı, gözlerini ovuşturdu, yaşananları hatırlamak istemedi ama hatırladı… Hani hafıza-ı beşer nisyanla maluldü? Hayır, hayır bu bir rüya değildi. Gerçeğin ta kendisiydi… Oyun hiç değildi… Yüzleşmesi zaman aldı ama her evladını kaybeden ana gibi o da kabullendi… Bebeği gitmişti ondan, bırakmıştı onu, vazgeçmişti yaşamaktan… Bu dünyayı yaşamaya değer bulmamıştı… 2 hafta önce kendi kendine kalbini durdurmuştu… Annesi tam iki hafta, ölü bir bebekle gezmiş, onunla konuşmuş, tam iki hafta daha o mucizeyi içinde taşımıştı ölü olduğunu bilmeden… Patoloji raporu diyordu ki sebepsiz kalp durması… Subhanallah… Teslim olmaktan başka ne gelirdi elinden? Gelmedi de zaten… Bebek düşmemişti, o ağır bir şey kaldırmamıştı, zararlı bir şey yiyip içmemişti, üzülmemişti, şikâyet hiç etmemişti… Bebeklerin ilk üç ay düştüklerini biliyordu ama onca şey okumasına rağmen kalbini durduran cenin vakasını hiç duymamıştı… İşte bu yüzden çok şaşırmıştı, kalakalmıştı… Hani birazcık bilse ona göre hazırlıklı olurdu ama bilmiyordu işte… Göreceğimiz varmış diyordu kendi kendine…  Sonra annesinin ona söyledikleri geldi aklına…  Hani herkesin bir ergenliği, bir lise zamanı, bir deli vakti olurdu ya sebepli sebepsiz ağladığı, gerekli gereksiz birçok şeye üzüldüğü… İşte o zamanlar annesi “Yavrum daha ne gördün? Ne yaşadın? Acı dediğin acı değil ki… Yıpratma kendini bu kadar, ilerisi için gözyaşların kalsın, sabrı cemilin kalsın…” derdi… Bak işte gene haklı çıkmıştı hatun… Bir yere kadar ağlayabiliyordu sonrasında gözyaşı çeşmesi kuruyordu... Keşke bakiyemi hunharca harcamasaydım dedi, acının koyu anlarında dahi böyle şeylerde geçiyordu aklından… 

Nereyi tutsa, neyi nasıl anlatsa bilmiyordu öyle bir duygu yağmuruna tutulmuştu ki… Herkes “Can’ına” yanıyordu… Bebeğinin öldüğünü haber verdiğinde, annesinin gözyaşlarıyla verdiği ilk tepki, ‘Ya bebek seni zehirleseydi, ya sana bir şey olsaydı ne yapardım ben’ olmuştu… Ah ya işte buydu… Annesi onla avunuyordu peki o neyle avunacaktı? Bir gece önce yatsı namazından sonra birdenbire akan gözyaşlarını ve ettiği duayı hatırladı… “Allah’ım bana taşıyamayacağım yük verme, günahlarımı bağışla, bana katından bir merhamet ver…”  Başka avuntuya gerek var mıydı, hazırmış yaşayacağına…  

Bebeği kalbini durdurmuştu ama hiçbir işaret vermemişti… Muhtemelen o gün, 31 Mart sabahı kontrolü olmasaydı daha ne kadar bebeksiz bebekli yaşayacaktı bilmiyordu… İnsan giderken hiç mi bir şey demez? Bir işaret göndermez mi mesela? Veda etseydi ya en azından… Bir haber verseydi, anaların hakkı vedalar değil miydi? 8.00’da evden çıkarken kuşlar gibi atıyordu kalbi, bu hafta 8 santime ulaşması bekleniyordu miniğinin… Eli, kolu, bacağı daha bir büyümüş olacaktı… Sadece dakikalar sonra işiteceklerinden habersizdi… Doktoru her zamanki güler yüzlülüğüyle onu karşılamıştı, hoş geldiniz bayan “…..” demişti… Sonra ekran açıldı, doktorun yüz ifadesi değişti birden, kötü görüyorum, kan toplanmış burada ,’’ es tut mir leid’ (üzgünüm) kalbi durmuş, atmıyor deyiverdi… Doktorun her dediğini anlamıştı ama kocasına döndü ne oluyor diye sordu, çoktan gözpınarlarından boşanan bir yağmurla… Zavallı adam pat diye o şokla ‘kalbi durmuş’ deyiverdi… Bu insanlar nasılda pat diye söyleyiveriyorlardı böyle şeyleri, bir yaşına daha girdi… Aslında ekranda bebeğini ilk gördüğünde o hareketsizlikten onun da içine bir şeyler oturmuştu... Konduramadı, inandıramadı kendini... Yeniden yine bakın, bir daha bakın, birde şuradan bakın dedi ama her şey ortadaydı aslında… Doktor kırmadı tabi, dakikalarca o ekrana baktılar… Orada öylece yatıyordu bebeği… 12+5 haftalık olması gerekirken 10+5’de kalmıştı, bir kan denizinin ortasındaydı… Hâlbuki daha bir önceki kontrolde oradaydı, elleri kolları bacaklarının ilk tohumu atılmıştı… Annesine el salladı diyerek kalp atışını müjdelemişti sevdiklerine... Bırak bir önceki kontrolü daha yarım saat önce mutluluktan uçuyordu, varlığından sebep… Kontrolleri çok sevmiyordu ama bir buluşma vardı orada, kör karanlıktaki yavrusundan bir haber vardı…  
Etrafındakiler ona deli diyordu… Belkide gebeliğine hiçbir şeye sevinmediği kadar sevinmişti… İnsan, beli ağrıyor, midesi bulanıyor diye sevinir miydi? Sevinmişti işte… Bambaşka bir gözle bakıyordu… Midesi bulanıyordu mesela, evet hiçte hoş bir durum değildi ama içinde bir canlı büyüyordu, bütün vücudu ona hazırlanırken bir kıçı kırık bulantıdan dolayı morali bozulacak değildi ya? Bebeği ‘bak ben buradayım anneciğim’ diyordu… Haberin mutluluğu cefasından daha büyük yer işgal etmişti bedeninde ve ruhunda… Kendi kendine inanamıyordu yaşadığı değişimlere, birdenbire bütün hormonları değişmişti…  Sanki dünya pembe bir toz bulutunun ardında gözüküyordu… Haberi aldığında ‘…’ caddesinde deli gibi dolanmıştı gözyaşları eşliğinde… Rabbim demişti bu nimeti bize layık gördün ya, bu mucizeyi bize yaşama fırsatı verdin ya biz sana nasıl Hamd edelim bilmiyoruz diye dua etmişti… Yeryüzünün halifesi insanın dünyaya gelmeden önce emanet edildiği yerin bir kadının bedeni olması ona mucizeden de öte geliyordu…  Hiçbir delili olmasa yalnızca insanın yaratılışı, bir damla sudan tekâmüle doğru yollanması işte sadece bu bile yeterdi Allah’a iman etmeye diyordu…Zaten o, hayatında iki kez imanını tazelenmişti, ilki gebe kaldığını öğrendiğinde ikincisi ise o emanetin elinden alındığını öğrendiğinde… Hay Hak! 

Sonra hastaneye sevk edildi… Elinde bebeğinin öldüğüne dair bir kâğıtla… İlk telefonlar edildi,  canan olanlara verildi kara haber… Zaten sonrası malumdu, kara haber çabuk yayılacaktı… Bu hep böyle olmuştu… Birden tebrikler karşısında yaşadığı mahcup ifade ve sevincini hatırladı… Şimdi ne yapacaktı? Herkes aynı şeyi söylüyordu, ‘daha gençsiniz, ne çocuklarınız olur, herkesin başına geliyor bu, ya eline aldığında alsaydı Allah senden…’ Tamam, haklısınız da efendim gelecekten kaygılanan kim? Bir sonraki anı düşünüp tasalanan? Rabbine neden ben diye soran? İsyan eden kim? … Ben değil demek istedi ama o gücü kendinden bulamadı, Allah kalbini biliyordu… Allah Rasulü’de oğlunu kaybettiğinde ağlamıştı… Ağlamak acılar karşısında istemsiz kas hareketlerimizden biriydi belki de sadece… Ya da kimse anlamıyordu, hatta kendiside ilk kez fark etmişti ama ağlamak gözlerin Hamdıydı… İşte bu yüzden hakkıydı, ağladı,  ağladı, ağladı… Velâkin kendini kaybet(de)medi, istemedi de değil hani… Bir ara aklından keşke İslam’da bazı anlara özel bir kendini kaybetme, dağıtma ruhsatı verilseydi diye düşündü… Böyle şeylerde geçiyordu işte kalbinden… 

Bebek ölmüştü ve artık yeri onun rahmi değildi… Bu andan sonraki her an zulüm gibi geliyordu, hem bebeğine hem kendisine... İlk gittiği hastanede herkes kendisine kaba davrandı, merhametsizce… Ya işte bazen böyleydi hayatın cilvesi… Kapıdaki görevliden sekretere, hemşirelerden asistanlara, doktorlardan şeflere kadar… Ya bakın ben harap olmuşum azıcık insan olun, tamam dindaş değiliz ama insanlıkta eşiz, azıcık merhamet diyemedi… Doktorun pazartesi alırız ancak, bayan doktorumuzda yok, şimdi de erkek doktor bakacak demesiyle yıkıldı… Belkide tüm bu kabalık ve anlayışsızlığın sebebi tokalaşmak için elini vermemesiydi… Olabilir miydi? Belkide… Hayır, artık ne bebeğinin yuvası olmadığı rahminde kalmasını bekleyebilirdi ne de bu şartları kabul edebilirdi… Koskoca Avrupa’da, koskocaman hastanede önüne sunulan seçeneklerin bunlar olması ne acıydı, birde buna üzüldü… Başka hastaneye gitti. Orada Müslüman olan ve olmayan bütün iyileri karşısına çıkarmıştı Rabbi… Her zorlukla beraber bir kolaylık vardı… İki yokuş art arda olmazdı, inşirahlar okudu… Sonra kendi kendisine şaşırdı, yaşadığı bu acının ortasında nelerle teselli oluyordu… İnsan işte iki hece, sayısız damla kan ve duyguydu… 

Son bir muayenede orada yapıldı… O ana kadar hala bir umut vardı içinde, belki kendi doktoru yanlış görmüştü… Hayır, teşhis doğruydu… Kendisine yalan söylenmiş olmasını ne kadar da isterdi… Ertesi gün erkenden alacaklardı bebeğini içinden… Son 4 senede neredeyse hiç ağrı kesici kullanmamış, zorunlu birkaç hal dışında hastaneye gitmemiş ve gitmek istemeyen, hatta doğumların hastanede olmasını şaşkınlıkla karşılayan bir insan olarak yarın 20 dakikalık bir operasyon geçirecekti… Kulunu türlü türlü yollardan deneyen Allah’ın bir bildiği olsa gerekti… Eve geldiğinde saat 17.00 olmuştu… Ağızlarına tek lokma koymadıkları müthiş bir baş ağrısıyla hatırlattı kendini… Yemek yemeleri gerekiyordu, bebekleri ölmüştü ama hayat onlar için devam ediyordu… Teyzesi hastaneye gelirken alel acele hazırladığı yemeği de getirmişti… Ağlamaya devam edebilmesi için bile yemesi gerekliydi… Kocası ‘bak en sevdiğinden kıymalı makarna’ dedi… Doğrusu kıymalı makarnayı çok severdi… Bir çatal attı ağzına, sayısız hıçkırık gönderdi… Sanki o makarnayı yeme hakkı elinden alınmıştı… Hamile olduğundan beri herkes ona forslu davranıyordu… Mesela kocası her sabah onun bir lokmasını tabağından alırdı ama hamile olduğundan beri kendi tabağından onun tabağına aktarıyordu… Yüklüye böyle davranılması lazımdı… Bir teyze demişti, bunlar iyi günlerin, keyfini çıkar… Teyze bilseydi ki insanların bir tık daha fazla merhametini geç, o bulantıların bile keyfini çıkarıyordu...  

Kur’an okudu… Kur’an dinledi… Uyudu uyandı… Rüya değildi… Sabah onla olan bebeği artık onunla değildi… Allah’ım dedi, nasıl bu böyle olabilir? Nasıl bu zamana kadar yaşamak ve ölmek ayetlerini hakiki anlamda okuyamamış olabilirim… Bu düşüncelerle geçti bütün gecesi… Rüyasında sabaha kadar evlatlarını türlü sebeplerden öldüren ana babalar gördü… Baksana işte bilinçaltı bile kendini kaybet(de)memişti işte… Oldu, her şeye rağmen sabah oldu… Ameliyat masasında baş doktorla konuşurken buldu kendini, böyle alınan bebeklerin kozmetik sektöründe kullanıldığını öğrenmişti, dört santimine ne yapacaklarını sordu… İçini ferahlatan cevap çok gecikmedi, başka dört santimlerle birleştirip gömüyorlarmış… Onlarda katılabilirmiş… Sonrası mı? Hayatından giden ve hiç hatırlamadığı bir 20 dakika… Hemen de taburcu ettiler onu, o kadar sıradan bir vaka olarak bakıyorlardı ki doktorlar, hayretini gizleyemedi… Bir gözü yaşlılar varmış onun gibi birde katiller…  Sonra zaman geçti an ve an… İyi ki hiçbir acı aynı tazelikte kalmıyordu… Sonraki günler çok daha fazla şaşırdı kendisine… Nasılda bedeni normale dönmüştü… Bebeğinin onu bıraktığı o kadar belliydi ki… O oradayken uyumak dünyanın en kolay meselesiydi… Hâlbuki normalde ne kadar zor uyurdu… Son 3 ayda uykudan kapanmayan ağzı gözü, artık uykuya gidemiyordu… Bütün belirtiler tek tek terk etti onu… Bir ara meraktan tartıya çıktı… 2 kiloda onu terk edip gitmişti… İnsan kilo verdi diye üzülür müymüş? Üzüldü işte… 

Günlerce teselli aradı kendine, bir ağladıysa iki Kur’an okudu… O kadar teslim olunması gereken bir imtihandı ki… Farkında değildi, o sureden o sureye atlarken sümme hâşâ kendisine itiraf edemese de ayet beğen(e)miyordu… Böyle böyle geçerken günler sonunda içini teskin eden, acılarını anlamlandıran ayetle karşılaştı, hâlbuki daha önce ne kadar çok okumuştu ama ona inmesi için yaşaması gerekiyormuş… Sevindi, çocuklar gibi sevindi… O ne ilkti bunu yaşayan ne de son olacaktı… Kendini 31/33-34’e bıraktı… 

“Ey insanlık! Rabbinize karşı sorumluluğunuzu hatırlayın! Dahası ne anne babanın çocuğuna ne de çocuğun anne babasına hiçbir fayda sağlayamayacağı bir günün dehşetinden sakının! Unutmayın ki Allah’ın vaadi gerçekleşecektir: şu halde bu dünya hayatı sizi asla ayartmasın; dahası aldatıcının hiçbir türü sizi Allah (hakkındaki asılsız düşünceler) ile aldatmasın. 
Şu da bir geçektir ki, Son Saat’in bilgisi sadece Allah katındadır: yağmuru yağdırır; rahimlerde yer tutanı bilir; oysaki hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Dahası hiç kimse yarın hangi mekânda öleceğini bilemez. Şüphesiz her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah’tır.”